Post by Admin on Nov 25, 2013 17:14:27 GMT 2
Geçtiğimiz gün bir etkinlikte konuşan Sungur Savran, solun Gezi’nin ne demek istediğini çok da iyi anlayamadığını ve bu yüzden de –biraz da farkında olmayarak- tekrar seçim demokrasisine döndüğünü söyledi. Gerçekten de bugün Gezi’nin bize bıraktığı siyasal mirastan çok Gezi ile yerel seçimler arasında bir görücü usulü bir evlilik beklentisi içine girdik.
Son zamanlarda yerel seçim gündeminin kızışmasıyla birlikte AKP’ye muhalif olanların kime oy vereceğini tartışması, Gezi’nin seçim demokrasisine sığdırılmasının daha bir aylık bir şey olduğunu düşündürebilir. Ancak bunun daha küçük ölçekli bir tarihi var. Gezi’deki fiili komün döneminde doğrudan ve yatay demokrasi esas gündemimizdi. Yazdan hemen sonra yerel seçimlere yalnızca 6 ay kalmasıyla birlikte özgürlüğün nasıl ilerletilebileceği, Gezi’nin anti-otoriter örgütlenme modelinin nasıl aktarılabileceği konusu bir anda yok oldu. Onun yerine yerel seçimlerin kurtuluş için bir umut olduğu ve bunun için nasıl ittifak ve koalisyonlar kurulması gerektiği üzerine uzun uzadıya tartışmalar yaşandı: Sırrı Süreyya Önder’in İBB başkan adayı olması, Mehmet Ali Alabora’nın Beyoğlu için aday olması, CHP ve HDP’nin ittifakı…
Diğer taraftan cemaat ve AKP arasında uzun süredir bulunan gerginlik dün itibariyle kesin ve açık bir kavgaya dönüştü. Öncesinde de Arınç ile Erdoğan arasında kızlı-erkekli ev konusunda bir fikir ayrılığı yaşanmıştı. Her iki çekişme de AKP’ye muhalif kesimler tarafından özellikle sosyal medyada oldukça coşkuyla karşılandı. Bu coşkunun ardında yatan ruh hali oldukça basitti: Arınç’la Erdoğan, cemaatle de AKP kavgaya başladı: İktidar kendi içinden parçalanırsa, AKP’nin kısa sürede güç kaybetmesi ve iktidardan düşmesi beklentisi başladı. Fakat şu hep gözden kaçırıldı: Kavgadan beklenti içine girmek, onda taraf olmayı gerektirir; bir kavga başladıktan kısa süre sonra herkes bir tarafı destekler.
Daha birkaç ay önce Türkiye’deki mevcut siyasal sistemin geçersizliğinin, halkı temsil etmediğinin kanıtı olarak Gezi gösteriliyordu. Halkın kendiliğinden oluşan gücü ile devletin erişemediği bir alan kurulmuştu. Bugün gelinen nokta ise yerel seçimlerdeki ittifaklar ve AKP’nin cemaat ile olan kavgasından medet ummak oldu. Ancak bir şeyden “medet ummak”, yapılacak hiçbir şey olmadığı anlarda gerçekleşen şeylerdir. “Şükretmek” veya “razı olmak” da bunun çok acı bir sonucudur. Bunun siyasetteki yansıması da etkili bir siyaset üretilememesi demektir. Ya da etkili siyasetin üretildiği evrenin “Ruh”undan kopmak demektir.
Solun böyle bir siyaset üretemeyerek genel olarak sandığa mahkûm olması ve kısmen de AKP-cemaat kavgasından medet umar hale gelmesi Gezi sürecindeki siyasal, toplumsal ve iletişimsel hegemonyanın maalesef ki kaybolduğunu bize gösteriyor. Durum böyle olunca önümüze konan kurtarıcılar da Gezi’yle pek bir bağlantısı olmayan, Gezi’yi anlamamış ve ona anlam verememiş figürlerden başkası olmuyor.
Reel politik düzlemden elbette kopmamak gerekiyor; fakat Gezi bambaşka bir reel politik yaratmıştı. Artık o reel politik Ruh’tan kopulmuştur. Dün doğrudan demokrasi ve halkın kendini örgütleyiciliğinden söz ederken, bugün geldiğimiz noktada Gezi’nin doğrudan demokrasisini temsili demokrasinin araçları ile temsil etmeyi akla uygun kılıyoruz.
Neticede mevcut Ruh’u yeniden kazanabilmiş olsa(ydı)k ve kendi siyasal ve toplumsal hegemonyamızı sürdürebilse(ydi)k çok farklı olabilirdi. Aylar sonra razı olmaya ve şükretmeye bugünden razı olmamamız ve şükretmememiz gerekiyor.
Tekrar etmekte fayda var: Kararlılığa ve kendimize inanmaya ihtiyacımız var, kurtarıcılara değil.
Yoksa fırsat olarak yerel seçimlere, kurtarıcı olarak Sarıgül’e, onun destekleyicisi olarak da Gülen cemaatine inanmaya kendimizi mahkûm ettiğimiz bir konumda sıkışıp kalırız. Bu yüzden akşamları başımızı yastığa koyduğumuzda soralım: Burası neresi, biz n’apıyoruz?
Can Semercioğlu | Kasım 16, 2013
toplumsol.org
Son zamanlarda yerel seçim gündeminin kızışmasıyla birlikte AKP’ye muhalif olanların kime oy vereceğini tartışması, Gezi’nin seçim demokrasisine sığdırılmasının daha bir aylık bir şey olduğunu düşündürebilir. Ancak bunun daha küçük ölçekli bir tarihi var. Gezi’deki fiili komün döneminde doğrudan ve yatay demokrasi esas gündemimizdi. Yazdan hemen sonra yerel seçimlere yalnızca 6 ay kalmasıyla birlikte özgürlüğün nasıl ilerletilebileceği, Gezi’nin anti-otoriter örgütlenme modelinin nasıl aktarılabileceği konusu bir anda yok oldu. Onun yerine yerel seçimlerin kurtuluş için bir umut olduğu ve bunun için nasıl ittifak ve koalisyonlar kurulması gerektiği üzerine uzun uzadıya tartışmalar yaşandı: Sırrı Süreyya Önder’in İBB başkan adayı olması, Mehmet Ali Alabora’nın Beyoğlu için aday olması, CHP ve HDP’nin ittifakı…
Diğer taraftan cemaat ve AKP arasında uzun süredir bulunan gerginlik dün itibariyle kesin ve açık bir kavgaya dönüştü. Öncesinde de Arınç ile Erdoğan arasında kızlı-erkekli ev konusunda bir fikir ayrılığı yaşanmıştı. Her iki çekişme de AKP’ye muhalif kesimler tarafından özellikle sosyal medyada oldukça coşkuyla karşılandı. Bu coşkunun ardında yatan ruh hali oldukça basitti: Arınç’la Erdoğan, cemaatle de AKP kavgaya başladı: İktidar kendi içinden parçalanırsa, AKP’nin kısa sürede güç kaybetmesi ve iktidardan düşmesi beklentisi başladı. Fakat şu hep gözden kaçırıldı: Kavgadan beklenti içine girmek, onda taraf olmayı gerektirir; bir kavga başladıktan kısa süre sonra herkes bir tarafı destekler.
Daha birkaç ay önce Türkiye’deki mevcut siyasal sistemin geçersizliğinin, halkı temsil etmediğinin kanıtı olarak Gezi gösteriliyordu. Halkın kendiliğinden oluşan gücü ile devletin erişemediği bir alan kurulmuştu. Bugün gelinen nokta ise yerel seçimlerdeki ittifaklar ve AKP’nin cemaat ile olan kavgasından medet ummak oldu. Ancak bir şeyden “medet ummak”, yapılacak hiçbir şey olmadığı anlarda gerçekleşen şeylerdir. “Şükretmek” veya “razı olmak” da bunun çok acı bir sonucudur. Bunun siyasetteki yansıması da etkili bir siyaset üretilememesi demektir. Ya da etkili siyasetin üretildiği evrenin “Ruh”undan kopmak demektir.
Solun böyle bir siyaset üretemeyerek genel olarak sandığa mahkûm olması ve kısmen de AKP-cemaat kavgasından medet umar hale gelmesi Gezi sürecindeki siyasal, toplumsal ve iletişimsel hegemonyanın maalesef ki kaybolduğunu bize gösteriyor. Durum böyle olunca önümüze konan kurtarıcılar da Gezi’yle pek bir bağlantısı olmayan, Gezi’yi anlamamış ve ona anlam verememiş figürlerden başkası olmuyor.
Reel politik düzlemden elbette kopmamak gerekiyor; fakat Gezi bambaşka bir reel politik yaratmıştı. Artık o reel politik Ruh’tan kopulmuştur. Dün doğrudan demokrasi ve halkın kendini örgütleyiciliğinden söz ederken, bugün geldiğimiz noktada Gezi’nin doğrudan demokrasisini temsili demokrasinin araçları ile temsil etmeyi akla uygun kılıyoruz.
Neticede mevcut Ruh’u yeniden kazanabilmiş olsa(ydı)k ve kendi siyasal ve toplumsal hegemonyamızı sürdürebilse(ydi)k çok farklı olabilirdi. Aylar sonra razı olmaya ve şükretmeye bugünden razı olmamamız ve şükretmememiz gerekiyor.
Tekrar etmekte fayda var: Kararlılığa ve kendimize inanmaya ihtiyacımız var, kurtarıcılara değil.
Yoksa fırsat olarak yerel seçimlere, kurtarıcı olarak Sarıgül’e, onun destekleyicisi olarak da Gülen cemaatine inanmaya kendimizi mahkûm ettiğimiz bir konumda sıkışıp kalırız. Bu yüzden akşamları başımızı yastığa koyduğumuzda soralım: Burası neresi, biz n’apıyoruz?
Can Semercioğlu | Kasım 16, 2013
toplumsol.org