Post by Admin on Dec 18, 2013 11:23:24 GMT 2
Türkiye’nin fetret devri olan 90’lar aynı zamanda politik kirlenme ve çürümenin ayyuka çıktığı yıllardı; 80’lerde Özal’ın temellerini attığı köşe dönmecilik zihniyeti küreselleşen Türkiye ekonomisiyle buluşmuş, sermaye-siyaset ilişkisi neoliberal politikalar düzleminde yeniden kurulmuştu. 80’ler hayali ihracatsa 90’lar içi boşaltılan bankalardı; 80’ler Özal’ın prensleriyse 90’lar Demirel’in aile fotoğrafı çektirdiği Cavit Çağlar, Murat Demirel ve Kamuran Çörtük’tü.
Siyasetteki çürüme ve kirlenme, iktisadi krizin yanısıra düzen siyasetinin meşruluk ve yönetememe kriziyle birleşince, merkez partiler çöktü ve 2002 seçimlerinde, hükümeti oluşturan üç parti de barajın altında kaldı. DSP ve ANAP siyaset sahnesinden silinirken DYP de kendini tüketince, AKP kuruluşunun üzerinden bir buçuk yıl gibi bir süre geçmişken tek başına iktidar olacak kadar bir oy oranına ulaşmayı başardı.
AKP, Milli Görüş geleneğinin “hatalarından” ders çıkaran, radikal yanları törpülenmiş bir İslamcılığı muhafazakârlık adı altında küresel kapitalizmin gerekleriyle sentezleyen, böylelikle de Türkiye’de düzenin yaşadığı çok boyutlu krizi ortadan kaldırmayı amaçlayan bir irade olarak şekillendi ve öyle iktidara geldi. AKP iktidarı, sermayenin arayışının bir ürünü olmakla birlikte, Türkiye toplumunun 90’lı yıllar boyunca her seçimde farklı bir partiyi birinci yaparak ortaya koyduğu bir arayışın da neticesiydi; toplum ise en özet haliyle söylendiğinde, esas olarak istikrar, temiz siyaset ve icraat istiyordu.
AKP iktidarının Sacayakları
AKP, on bir yıllık iktidarını tam da bu üç talep üzerine kurdu. Krizleri teğet geçecek şekilde hissetmek, enflasyonun tek haneye inişi, döviz kurunun düşük tutulması, sıcak para akımlarıyla finanse edilen borçlanma ve böylelikle tüketim imkânındaki artış, siyasi krizlerin tetiklediği devalüasyonlara rastlanmayışı ve kavga eden koalisyon ortakları yerine uyum içerisinde çalışan hükümet “istikrar”ı temsil ediyordu.
“Temiz siyaset”le kastedilen ise esas olarak yolsuzlukların sona erdirilmesiydi. Sahiden de AKP iktidarı döneminde Deniz Feneri dışında herhangi bir yolsuzluk dosyası kamuoyunun gündeminde yoğun bir şekilde tartışılmadı. Elbette ki yolsuzluk yapılmadığı için değil, medya aracılığıyla bu algı kamuoyunun hafızasına yerleştirilebildiği ve yolsuzluk yapmanın daha rafine yöntemleri bulunduğu için mümkün olabildi bu.
İcraatların somutlaştığı yer bilindiği üzere TOKİ’ydi. AKP, TOKİ aracılığıyla ortalama vatandaşın ev sahibi olma arzusuna oynadı ve bunda da başarılı oldu. TOKİ başka şeylere de yarıyordu elbette: Kentsel dönüşüm üzerinden yandaş işadamlarına rant aktarımı, ekonomiyi yapay bir şekilde canlı tutma ve yukarıda sözünü ettiğim rafine yöntemlerle gerçekleştirilen yolsuzluğu gözlerden kaçırma.
Dün gerçekleşen ve Cemaatin tasfiyeye karşı AKP’ye verdiği yanıt olduğunu kesin bir şekilde söyleyebileceğimiz hamle, tek vuruşla bu üçünü birden hedef almayı amaçlıyordu ve bunda da başarılı oldu.
Cemaatin Hedefi
Operasyon gerçekleştikten sonra borsada kimi hisseler sert bir şekilde düştü ve kriz derinleştikçe düşüşün genel olarak tüm indekse yansıyacağını tahmin etmek zor değil; buna ise döviz kurlarındaki artışın eşlik etmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Türkiye’de uzunca bir süredir bütün kritik hamleler ya Cuma günleri ya da akşamları yapılır ki piyasalar ürkmesin, korkmasın, değer kaybetmesin. Oysa burada Cemaatin ekonomiyi kısmen de olsa sarsma hedefiyle birlikte haftanın ikinci günü ve borsanın açık olduğu saatlerde operasyona giriştiğini görebiliyoruz.
Operasyonun içeriğinin yolsuzluk olması AKP’nin sıkça yaptığı temizlik ve “Ak” bir parti olma vurgusunu boşa düşürmeyi amaçlıyor. Gözaltına alınanların AKP’li en üst düzey isimlerin oğulları olması siyasetle sermaye ve rant arasındaki bağlantıyı bütün çıplaklığıyla ifşa ediyor ve kamuoyu nezdindeki temiz iktidar algısını altüst edici bir nitelik taşıyor.
Operasyonun yolsuzlukta işaret ettiği yerin TOKİ olması da, AKP’nin kalbine saplanmış bir hançer olma niteliği taşıyor. TOKİ aracılığıyla hem AKP’nin icraatçılığına ve hizmet söylemine darbe vuruluyor hem de “inşaat ya resulullah” düsturu üzerine kurulan rant mekanizmasıyla iktidar arasındaki bağlantı doğrudan deşifre ediliyor.
Dolayısıyla Cemaat tek bir taşla üç kuş birden vurmuş oluyor; AKP iktidarının on bir yıl boyunca üzerine oturduğu ve halkın teveccühünü beraberinde getiren maddi mekanizmalar (gerisinin de geleceğini tahmin edebileceğimiz) tek bir hamleyle kırıma uğratılıyor.
İçeriği böyle olan operasyonun biçimi ise şaşırtıcı bir nitelik arz etmiyor. Günlerdir servis edilen ve AKP’yi muhafazakâr kitleler nezdinde küçük düşürerek Cemaate karşı geri adım attıracağı düşünülen belgelerin yeterli etkiyi yaratmadığı görüldüğünde tipik Cemaat yöntemine başvurulan bir operasyon gerçekleştiriliyor: AKP cenahının günlerdir “emniyet-yargı cuntası” diye tarif ettiği entegre yapı, üstelik çok tanıdık bir isim –Zekeriya Öz- aracılığıyla devreye giriyor ve hazırlanan iddianameler üzerinden gözaltı dalgası başlatılıyor. Yakın geçmişte AKP-C’nin birlikte kullandığı bu yöntemin, şimdi bumerang misali dönüp AKP’yi vurmasını ise tarihin bir ironisi olarak kaydetmek gerekiyor.
Uluslararası Boyut: Neoconlar ve Tel Aviv
Kuşkusuz Cemaat operasyonu tek başına gerçekleştirmiyor; arkasında uluslararası bir destek var asıl olarak ve birtakım ipuçlarına bakarak bu desteğin Cumhuriyetçi Parti içerisindeki Likudnik Amerikan neoconları ve Tel Aviv kaynaklı olduğunu söyleyebiliyoruz.
Peki neden ne? “One minute” hadisesi ve Mavi Marmara’dan beri Türkiye-İsrail ilişkilerinin durumu biliniyor; bu süreçte Gülen’in “otoriteye biat edilmeli” diyerek İsrail’in yanında saf tuttuğu da. Çoğunluğunu şahin Yahudilerin oluşturduğu neoconların ise her iki hadiseyi de not ettikleri ve bir vezir düşürmesi için fırsat kolladıkları aşikâr. Ayrıca, Obama’nın AKP ve Müslüman Kardeşler aracılığıyla Ortadoğu’da Şii eksenine karşı bir Sünni ekseni yaratma projesinin çökmesi ve hemen ardından Ruhani iktidarını fırsat bilerek İran’la yakınlaşmasını sindiremeyen neoconlar da İsrail de bunun sorumlusu olarak Erdoğan-Davutoğlu-Fidan troykasını görüyorlar.
İşte şimdi Cemaat üzerinden AKP’ye bu sorumluluğun bedeli ödetiliyor. Böylelikle hem neoconlar ve Tel Aviv hem de Cemaat kendi mesajlarını okkalı bir burun sürtme operasyonu aracılığıyla AKP ve Erdoğan’a iletmiş oluyorlar; neoconlar ve Tel Aviv İran’la para transferinin durdurulmasını talep ederken, Cemaat siyasi bir güç olmaktan çıkarılmasına dur demiş oluyor. Tüm bunları anlamak için Cemaatin İngilizce yayın yapan gazetesine, Today’s Zaman’a bakmak yeterli görünüyor. Gazetenin başında İran’la ilgili hasmane bir doktora tezi yazmış olan Bülent Keneş bulunuyor ve gazetede düzenli olarak Şii/İran karşıtı haberler yapılıyor; son zamanlarda ise AKP’nin İran’la kurduğu finansal ilişkilere yönelik çok sert haber ve yorumlara yer veriliyor.
Geçerken not edelim, neoconların TÜSİAD burjuvazisiyle ve özellikle Koç’la -şirketleri maliye kıskacına alınan Koç’la- son derece yakın bağları bulunuyor. Bu da Koç’la Cemaat arasında zımni de olsa bir ittifakın mevcudiyetine işaret ediyor. Operasyon haberinin Cemaat medyası dışında Hürriyet’te şaşalı bir şekilde yer almasına ve Eyüp Can’ın Radikal’inin topa yolsuzluk/temiz toplum üzerinden girmesine bakarak, bu ittifakın nasıl somutlaştığını görebiliyoruz.
Peki ya Halkbank? Banka AKP’nin zayıf karnı; çünkü TOKİ yolsuzluklarıyla İran’la para alışverişinin kesişim noktasında bulunuyor. Bir kere hedef tahtasına yerleştirildikten sonra, buradan hareketle AKP bürokrasisinin yolsuzluklarına ve birer rantiyer işadamına dönüşen bakan çocuklarına da İran’a da ulaşmak zor olmuyor. Yani ortada son derece planlı programlı hazırlanmış ve uluslararası nitelikli bir operasyon var. Öyle ki aylardır hazırlandığı anlaşılan operasyonla ilgili bilgilere Erdoğan’ın en güvendiği isim olan Hakan Fidan ve yönettiği MİT ya ulaşamıyor ya da ulaşsa dahi önleyemiyor.
Erdoğan Ne Yapacak?
O halde sonuç kısmında sormamız gereken soru şu: Erdoğan şimdi ne yapacak? Erdoğan’ın dershanelerle ilgili taviz vermez adımlarının ardından yapılan genel yorum Cemaatin geri çekildiği yönündeydi ve küçümseyici bir nitelik taşıyordu; Cemaat tabiri caizse kolay lokma çıkmıştı. Oysa meseleyi yakından takip edenler, böyle bir durumun söz konusu olmadığını, Cemaatin yeri ve zamanı geldiğinde çok sert bir yanıt vereceğini biliyorlardı. Şimdi benzer bir durum Erdoğan için geçerli ve küçümseyici yorumlar havada uçuşuyor, oysa Erdoğan’ın eli hala çok güçlü ve geri adım attığı takdirde teslim alınacağını biliyor. İşte tam da bundan ötürü AKP’nin Cemaate çok sert bir yanıt vereceğini söylemek için kâhin olmaya gerek bulunmuyor; bazı gazeteci ve emniyetçilerin gözaltına alınmasının bu nedenle şaşırtıcı olmayacağını da eklemek mümkün görünüyor.
Her durumda emin olmamız gereken şey ise şu: 17 Aralık 2013 tarihinde AKP’yle Cemaat arasındaki gayri resmi koalisyon resmen bitti. Bundan sonra bütün dengeler yeni bir düzlemde oluşacak, yeni ittifaklar kaçınılmaz hale gelecek. Toplumsal muhalefetin bu denge ve ittifakları gözden kaçırmaması, yeni döneme hazır olması gerekiyor.
Siyasetteki çürüme ve kirlenme, iktisadi krizin yanısıra düzen siyasetinin meşruluk ve yönetememe kriziyle birleşince, merkez partiler çöktü ve 2002 seçimlerinde, hükümeti oluşturan üç parti de barajın altında kaldı. DSP ve ANAP siyaset sahnesinden silinirken DYP de kendini tüketince, AKP kuruluşunun üzerinden bir buçuk yıl gibi bir süre geçmişken tek başına iktidar olacak kadar bir oy oranına ulaşmayı başardı.
AKP, Milli Görüş geleneğinin “hatalarından” ders çıkaran, radikal yanları törpülenmiş bir İslamcılığı muhafazakârlık adı altında küresel kapitalizmin gerekleriyle sentezleyen, böylelikle de Türkiye’de düzenin yaşadığı çok boyutlu krizi ortadan kaldırmayı amaçlayan bir irade olarak şekillendi ve öyle iktidara geldi. AKP iktidarı, sermayenin arayışının bir ürünü olmakla birlikte, Türkiye toplumunun 90’lı yıllar boyunca her seçimde farklı bir partiyi birinci yaparak ortaya koyduğu bir arayışın da neticesiydi; toplum ise en özet haliyle söylendiğinde, esas olarak istikrar, temiz siyaset ve icraat istiyordu.
AKP iktidarının Sacayakları
AKP, on bir yıllık iktidarını tam da bu üç talep üzerine kurdu. Krizleri teğet geçecek şekilde hissetmek, enflasyonun tek haneye inişi, döviz kurunun düşük tutulması, sıcak para akımlarıyla finanse edilen borçlanma ve böylelikle tüketim imkânındaki artış, siyasi krizlerin tetiklediği devalüasyonlara rastlanmayışı ve kavga eden koalisyon ortakları yerine uyum içerisinde çalışan hükümet “istikrar”ı temsil ediyordu.
“Temiz siyaset”le kastedilen ise esas olarak yolsuzlukların sona erdirilmesiydi. Sahiden de AKP iktidarı döneminde Deniz Feneri dışında herhangi bir yolsuzluk dosyası kamuoyunun gündeminde yoğun bir şekilde tartışılmadı. Elbette ki yolsuzluk yapılmadığı için değil, medya aracılığıyla bu algı kamuoyunun hafızasına yerleştirilebildiği ve yolsuzluk yapmanın daha rafine yöntemleri bulunduğu için mümkün olabildi bu.
İcraatların somutlaştığı yer bilindiği üzere TOKİ’ydi. AKP, TOKİ aracılığıyla ortalama vatandaşın ev sahibi olma arzusuna oynadı ve bunda da başarılı oldu. TOKİ başka şeylere de yarıyordu elbette: Kentsel dönüşüm üzerinden yandaş işadamlarına rant aktarımı, ekonomiyi yapay bir şekilde canlı tutma ve yukarıda sözünü ettiğim rafine yöntemlerle gerçekleştirilen yolsuzluğu gözlerden kaçırma.
Dün gerçekleşen ve Cemaatin tasfiyeye karşı AKP’ye verdiği yanıt olduğunu kesin bir şekilde söyleyebileceğimiz hamle, tek vuruşla bu üçünü birden hedef almayı amaçlıyordu ve bunda da başarılı oldu.
Cemaatin Hedefi
Operasyon gerçekleştikten sonra borsada kimi hisseler sert bir şekilde düştü ve kriz derinleştikçe düşüşün genel olarak tüm indekse yansıyacağını tahmin etmek zor değil; buna ise döviz kurlarındaki artışın eşlik etmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Türkiye’de uzunca bir süredir bütün kritik hamleler ya Cuma günleri ya da akşamları yapılır ki piyasalar ürkmesin, korkmasın, değer kaybetmesin. Oysa burada Cemaatin ekonomiyi kısmen de olsa sarsma hedefiyle birlikte haftanın ikinci günü ve borsanın açık olduğu saatlerde operasyona giriştiğini görebiliyoruz.
Operasyonun içeriğinin yolsuzluk olması AKP’nin sıkça yaptığı temizlik ve “Ak” bir parti olma vurgusunu boşa düşürmeyi amaçlıyor. Gözaltına alınanların AKP’li en üst düzey isimlerin oğulları olması siyasetle sermaye ve rant arasındaki bağlantıyı bütün çıplaklığıyla ifşa ediyor ve kamuoyu nezdindeki temiz iktidar algısını altüst edici bir nitelik taşıyor.
Operasyonun yolsuzlukta işaret ettiği yerin TOKİ olması da, AKP’nin kalbine saplanmış bir hançer olma niteliği taşıyor. TOKİ aracılığıyla hem AKP’nin icraatçılığına ve hizmet söylemine darbe vuruluyor hem de “inşaat ya resulullah” düsturu üzerine kurulan rant mekanizmasıyla iktidar arasındaki bağlantı doğrudan deşifre ediliyor.
Dolayısıyla Cemaat tek bir taşla üç kuş birden vurmuş oluyor; AKP iktidarının on bir yıl boyunca üzerine oturduğu ve halkın teveccühünü beraberinde getiren maddi mekanizmalar (gerisinin de geleceğini tahmin edebileceğimiz) tek bir hamleyle kırıma uğratılıyor.
İçeriği böyle olan operasyonun biçimi ise şaşırtıcı bir nitelik arz etmiyor. Günlerdir servis edilen ve AKP’yi muhafazakâr kitleler nezdinde küçük düşürerek Cemaate karşı geri adım attıracağı düşünülen belgelerin yeterli etkiyi yaratmadığı görüldüğünde tipik Cemaat yöntemine başvurulan bir operasyon gerçekleştiriliyor: AKP cenahının günlerdir “emniyet-yargı cuntası” diye tarif ettiği entegre yapı, üstelik çok tanıdık bir isim –Zekeriya Öz- aracılığıyla devreye giriyor ve hazırlanan iddianameler üzerinden gözaltı dalgası başlatılıyor. Yakın geçmişte AKP-C’nin birlikte kullandığı bu yöntemin, şimdi bumerang misali dönüp AKP’yi vurmasını ise tarihin bir ironisi olarak kaydetmek gerekiyor.
Uluslararası Boyut: Neoconlar ve Tel Aviv
Kuşkusuz Cemaat operasyonu tek başına gerçekleştirmiyor; arkasında uluslararası bir destek var asıl olarak ve birtakım ipuçlarına bakarak bu desteğin Cumhuriyetçi Parti içerisindeki Likudnik Amerikan neoconları ve Tel Aviv kaynaklı olduğunu söyleyebiliyoruz.
Peki neden ne? “One minute” hadisesi ve Mavi Marmara’dan beri Türkiye-İsrail ilişkilerinin durumu biliniyor; bu süreçte Gülen’in “otoriteye biat edilmeli” diyerek İsrail’in yanında saf tuttuğu da. Çoğunluğunu şahin Yahudilerin oluşturduğu neoconların ise her iki hadiseyi de not ettikleri ve bir vezir düşürmesi için fırsat kolladıkları aşikâr. Ayrıca, Obama’nın AKP ve Müslüman Kardeşler aracılığıyla Ortadoğu’da Şii eksenine karşı bir Sünni ekseni yaratma projesinin çökmesi ve hemen ardından Ruhani iktidarını fırsat bilerek İran’la yakınlaşmasını sindiremeyen neoconlar da İsrail de bunun sorumlusu olarak Erdoğan-Davutoğlu-Fidan troykasını görüyorlar.
İşte şimdi Cemaat üzerinden AKP’ye bu sorumluluğun bedeli ödetiliyor. Böylelikle hem neoconlar ve Tel Aviv hem de Cemaat kendi mesajlarını okkalı bir burun sürtme operasyonu aracılığıyla AKP ve Erdoğan’a iletmiş oluyorlar; neoconlar ve Tel Aviv İran’la para transferinin durdurulmasını talep ederken, Cemaat siyasi bir güç olmaktan çıkarılmasına dur demiş oluyor. Tüm bunları anlamak için Cemaatin İngilizce yayın yapan gazetesine, Today’s Zaman’a bakmak yeterli görünüyor. Gazetenin başında İran’la ilgili hasmane bir doktora tezi yazmış olan Bülent Keneş bulunuyor ve gazetede düzenli olarak Şii/İran karşıtı haberler yapılıyor; son zamanlarda ise AKP’nin İran’la kurduğu finansal ilişkilere yönelik çok sert haber ve yorumlara yer veriliyor.
Geçerken not edelim, neoconların TÜSİAD burjuvazisiyle ve özellikle Koç’la -şirketleri maliye kıskacına alınan Koç’la- son derece yakın bağları bulunuyor. Bu da Koç’la Cemaat arasında zımni de olsa bir ittifakın mevcudiyetine işaret ediyor. Operasyon haberinin Cemaat medyası dışında Hürriyet’te şaşalı bir şekilde yer almasına ve Eyüp Can’ın Radikal’inin topa yolsuzluk/temiz toplum üzerinden girmesine bakarak, bu ittifakın nasıl somutlaştığını görebiliyoruz.
Peki ya Halkbank? Banka AKP’nin zayıf karnı; çünkü TOKİ yolsuzluklarıyla İran’la para alışverişinin kesişim noktasında bulunuyor. Bir kere hedef tahtasına yerleştirildikten sonra, buradan hareketle AKP bürokrasisinin yolsuzluklarına ve birer rantiyer işadamına dönüşen bakan çocuklarına da İran’a da ulaşmak zor olmuyor. Yani ortada son derece planlı programlı hazırlanmış ve uluslararası nitelikli bir operasyon var. Öyle ki aylardır hazırlandığı anlaşılan operasyonla ilgili bilgilere Erdoğan’ın en güvendiği isim olan Hakan Fidan ve yönettiği MİT ya ulaşamıyor ya da ulaşsa dahi önleyemiyor.
Erdoğan Ne Yapacak?
O halde sonuç kısmında sormamız gereken soru şu: Erdoğan şimdi ne yapacak? Erdoğan’ın dershanelerle ilgili taviz vermez adımlarının ardından yapılan genel yorum Cemaatin geri çekildiği yönündeydi ve küçümseyici bir nitelik taşıyordu; Cemaat tabiri caizse kolay lokma çıkmıştı. Oysa meseleyi yakından takip edenler, böyle bir durumun söz konusu olmadığını, Cemaatin yeri ve zamanı geldiğinde çok sert bir yanıt vereceğini biliyorlardı. Şimdi benzer bir durum Erdoğan için geçerli ve küçümseyici yorumlar havada uçuşuyor, oysa Erdoğan’ın eli hala çok güçlü ve geri adım attığı takdirde teslim alınacağını biliyor. İşte tam da bundan ötürü AKP’nin Cemaate çok sert bir yanıt vereceğini söylemek için kâhin olmaya gerek bulunmuyor; bazı gazeteci ve emniyetçilerin gözaltına alınmasının bu nedenle şaşırtıcı olmayacağını da eklemek mümkün görünüyor.
Her durumda emin olmamız gereken şey ise şu: 17 Aralık 2013 tarihinde AKP’yle Cemaat arasındaki gayri resmi koalisyon resmen bitti. Bundan sonra bütün dengeler yeni bir düzlemde oluşacak, yeni ittifaklar kaçınılmaz hale gelecek. Toplumsal muhalefetin bu denge ve ittifakları gözden kaçırmaması, yeni döneme hazır olması gerekiyor.